Yeşil renge boyanmış ahşap kapıyı iterek içerek
girdim. İçeriye göz gezdirdiğimde masaların birkaçı doluydu. Tam da istediğim
gibi. Genç bir adam bana doğru geldi, “Hoş geldiniz efendim. Boş yerimiz var
buyurun, yardımcı olayım.” Gözle görülen bir şeyi neden söyler acaba diye
düşündüm. “Teşekkür ederim. Köşedeki masaya oturmak istiyorum,” diye karşılık
verip masaya oturdum. Sırt çantamı yandaki sandalyenin üstüne koyup içinden
kitabımı, defterimi ve bir kalem çıkardım. Düzenli olarak geldiğim bir kafe, buranın
estetik havasını seviyorum. Beymenti ilçesinde, içinde kütüphanesi olan tek
kafe, Dünden Bugüne. Üniversitede dersime giren bir hocam önermişti, Fatih
Hoca. “Kitap okumak veya bir şeyler yazmak istediğinde gidebilirsin. Senin gibi
insanları pek bulamasan da kendini bulabileceğin bir yer,” diye söylemişti.
Halbuki birkaç kez kendim gibi insanlara rast gelmiştim. Bugün ise bir şeyler
yazmak için buradayım. Öğrencilerin çıkardığı bir dergiye göndereceğim hikaye
için karakterler aramaya çıktım.
Garsonun masaya bıraktığı menüye bakmadan kupa
bardakta çay istedim. “Çok güzel kahvelerimiz var, yöresel kahveler. Yeni
getirttik denemek ister misiniz?” Sanki garsona hayatımın en büyük sırrını
açıklıyormuş gibi, “Saatlerce burada olacağım ve emin ol o kahveden içmek
isterdim ve yine emin ol o kadar param yok. Çay alsam yeterli benim için.”
Garsonun yüzünde oluşan o masum gülümseme beni rahatlattı, neden bilmiyorum.
Fazla vakit kaybetmeden Fatih Hocamın bana hediye ettiği saman kağıdından
yapılmış defterimi açtım. Yeteri kadar dolu masa var ve yeteri kadar insan
analiz edebilirim. İlk gözüme çarpan önlerinde tavla olan iki erkek oldu. Türk
kahvesi sipariş etmişler ve küllükte iki tane sigara duruyor. Birisi zarı
salladıktan sonra parmaklarını öpüp zarları tavlaya doğru fırlatıyor, diğeri
telefonda mesaj yazıyor. Sıra diğerine geçince parmaklarını öpen telefonu eline
alıyor. Acaba yeni bir kural mı çıktı diye düşünmeden edemedim. Zarları
sallarken parmaklarını öpecek kadar şansa inanan birisi nasıl bu kadar tavla oynamaktan
uzak olur acaba? Sıra 2-3 dakikada bir değişiyor, çünkü mesajlaşmak daha uzun
sürüyor. Hava güzel diye evde sıkılıp kendilerini dışarı atan ve yine kendilerini
bir kafeye kapayan ve neredeyse birbirlerinin yüzlerine bakmayan insan türü
diye not aldım. Kendimi kaptırmışım, çayın geldiğine bile dikkat etmedim. Hemen
bir yudum aldım. Çay taze, mutlu olmam bir için iyi bir sebep. Çayımı
yudumlarken, bu sefer birkaç masa ileride oturan, iki kadın ve bir erkek
dikkatimi çekti. Erkek, elindeki tarot kartlarıyla karşısındaki kadına fal
bakıyor ve masada altlığa ters çevrilmiş kahve fincanlarını gördüm. Kadınlar,
erkeğin ağzından çıkan sözcükleri büyük bir merakla dinliyorlar. Bazen
şaşırıyorlar bazen seviniyorlar. Acaba erkek neler söylüyor diye o kadar merak
ettim ki. İlk fal bitti, kadınlar yer değiştirdi. Bu sırada orta parmaklar
fincana doğru gitti, soğumuş fincanları açtılar, hepsi aynı anda telefonlarını
çıkarıp birkaç kez fotoğraf çektiler. Sonra erkek diğer kadının tarot falına
bakmaya başladı. Yine heyecanlanmalar yine birbirinden farklı tepkiler vermeye
başladılar. Erkekte de ne kelime haznesi varmış, bu kadar anlatacak ne gördü
diye düşündüm. Fallar bitince kelimeler kayboldu. Bir anda kafalar telefonlara
eğildi, arada bir ağızlar oynuyor ama kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Fala
inanmasalar birbirlerinin yüzlerine bakmaya dahi tahammülleri olmayan insan
türü diye not aldım. Çayım soğumaya başlamış. İnsanları gözlemlerken kendimi
kaybettiğimi anladım. Yeni bir çay söyleyip biraz da kitap okuyayım. Hem o
sırada belki kafeye yeni müşteriler gelir. Garsonu çağırıp sipariş verdim.
“Baya oturacak gibisiniz, çay öyle boş boş gitmez yanında kurabiye falan
getireyim. Benden olsun,” dedi. Böyle düşünceli garsonları çok seviyorum.
İnsanın halinden anlıyorlar. Garsonun arkasından boş boş bakarken diğer
garsonlar dikkatimi çekti, çay gelene kadar gözlem yapmaya başladım. İki erkek
bir kadın, kenarda bekliyorlar. Erkekler neredeyse kadının ağzına düşecekler.
Bir müşteri sipariş vermek için el kaldırdı, kadın hareketlenince ikisi de aynı
anda durdurup sanki bir yarış varmış gibi bir anda birisi öne geçip masaya
ulaştı. Bir kadını etkilemek için bu kadar açık bir şekilde yarış yapıldığını
nadir görebilirim. Yakalarındaki isimlikleri okumaya çalıştım, birisinin adı
Ulaş diğerinin Onur’du. Benimle ilgilenen garsonu çok sevdim, o bunlara
benzemiyordu. Bunları yazacağıma onu yazarım. Kurabiyelerin hatırı var sonuçta.
Evet, çay ve kurabiyeler geliyor. Garson bana doğru yaklaşırken onun da
isimliğini okudum. “Çok teşekkür ediyorum Mustafa. Çok naif bir insansın. Şu an
sayende çok mutlu oldum, vallahi.” – “Ne demek efendim. Ben de öğrenciyim,
anlarım bu durumu.”
Bitmesine az kalmış olan Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de
Bir Öğle Vakti kitabını okumaya başladım. Bir yandan çay içip bir yandan
kurabiyelerle karnımı doyurmaya çalışıyorum. Kitap-çay-kurabiye üçlüsünü aynı
anda bitirebildiğim için kendime Üstün Yetenek Madalyası vermek istedim ama
madalyam henüz yoktu, bir ara takarım. Saatin baya ilerlediğini görünce vakit
kaybetmeden gözlemlemeye başladım. Evet! Son model Türk erkekleri gelmiş
kafeye. Fazla belli etmeden gözlerimi üzerlerine diktim. Dört erkek bir masada
oturuyorlar, üçü tütün sigara içerken birisi elektronik sigara içiyor. İyi ki
ben içmiyorum. Yoksa şimdi çayı bile zor içerdim. Dördü de istisnasız bir
şekilde bacak bacak üstüne atıp oturmuş, hepsinin elinde son model telefon var
ve ne hikmettir ki hepsi de arkasına yaslanmış telefonla uğraşıyorlar. Birisi
toparlandı; kahkaha atarak ortaya eğildi, telefonunu hepsine gösterdi, kısa bir
süre güldüler ve sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar arkalarına yaslanıp
görevlerinin başına geçtiler. Birbirlerini tanımayan, dünyaya faydalı bir işi
olmayan, bitkisel hayatın farklı bir türünü yaşayan insan türü diye not aldım.
Anlam veremiyorum, bu insanlar beraber vakit geçiriyor ama neden birbirlerinin
yüzlerine dahi bakmıyor ve birbirlerini tanımadan zaman öldürüyorlar. Sosyoloji
okuyan bir öğrenci için güzel bir konu olsa gerek. Bu sırada çayı ne kadar çok
içtiğimi ve işemem gerektiğini şiddetli bir şekilde anladım. Hemen masadan
kalkıp abartılmayacak şekilde hızlı adımlarla tuvalete doğru yol aldım.
Geri döndüğümde masamda bir kadının oturduğunu gördüm.
Önce kalakaldım, durumu anlamaya çalıştım, masayı boş mu sandı diye düşündüm
ama masanın üstünde kitabım ve defterim duruyordu. Sonra yavaş adımlarla masaya
doğru gittim. “Merhaba. Kusura bakmayın, tanıyamadım sizi,” dedim. “Merhaba.
Merak etmeyin ben de sizi tanımıyorum. Sadece tanımak istedim, o yüzden
geldim.” – “Şaşkınlığımı maruz görün. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum.”
– “Sorun değil. İnsanlar doğallıktan ve samimiyetten uzak olduğu için genelde
yargılarlar.” Söyleyecek bir şey bulamadım. Kendinden emin ve keyif alarak
konuşuyordu. “Köşedeki masada oturuyordum. Geldiğinizden beri insanları izleyip
bir şeyler yazıyordunuz, dikkatimi çekti. Ne yapıyorsunuz veya neden
yapıyorsunuz diye çok merak ettim. Daha önce gelecektim ama tepkinizden
çekindim. Sonrasında Sevgi Soysal okuduğunuzu görünce, bir insan Sevgi Soysal
okuyorsa başka bir insana ters bir tepki vermez diye düşünüp siz kalkınca
masanıza geldim. Hadi söyleyin bakalım ne yazıyorsunuz böyle?” Şaşkınlık üstüne
şaşkınlık geçiriyorum; ben insanları gözlemlerken demek beni de birisi
gözlemledi ve nasıl olur da benim dikkatimi çekmedi. Kendimi toplayıp anlatmaya
başladım, “Efrâsiyâb Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı 3. Sınıfım…” diye
neden geldiğimi, ne yazdığımı falan her şeyi anlattım. Arkasından merakıma yenik
düşüp, “Peki isminizi öğrenebilir miyim?” Önce biraz gülümsedi, komik bir
duruma düştüğümü düşünerek tedirgin oldum. “Edebiyat okuyormuşsunuz belki
bilirsiniz, küçük İskender’in bir sözü var, ‘İsmi olan isminden güç alır.
İsmine güvenir. İsimsiz kalalım bu gece,’ diye. Biz de isimsiz kalalım bugün.
İsmimizden güç almayalım.” – “O zaman şöyle eşlik edeyim size, önünüzdeki
kitapta, Oğuzcuğum Atay’ın Tutunamayanlar kitabının 331. Sayfasında şöyle der,
‘İsimler, birbirinden farklı yaratıkları ayırt etmek içindir; bizleri değil.
Biz aynı türün örnekleriyiz.’ Biz de isimsiz kalalım bugün. Sizin dediğiniz
gibi olsun.” Yine gülümsemeye başladı ve galiba bu sefer aşık oldum. İnci gibi
dişler aralandı, “Oğuz Atay’a bu kadar hakim olmanız, umarım yazılarınıza da
yansır. Edebiyat okumak, dergide yazmak, bu kitapları böylesine bilmek,
fazlasıyla etkileyici bir durum. Bundan sonra o dergiyi okuyacağıma emin olabilirsiniz.
Şimdi kalkmak zorundayım. Belki hayat bir gün bizi yine karşılaştırır, neden
olmasın? Belki bir seferinde hikayenizde beni yazarsınız, işte o zaman tanışmış
oluruz sizinle. Ve eğer yazarsanız yazarken bu şarkıyı dinleyin, size ilham
vereceğine eminim. Bu arada unutmayın, bir kitap bir karakter demektir.
Görüşmek dileğiyle, kendinize iyi bakın.” Ben hayranlıkla onu izlerken o, yeşil
ahşap kapıyı kapatıp gitti. İçimden kendi kendime, “Bu arada ben, Oğuz Dilemma,
hayat bir gün bizi yine karşılaştıracak.” Hemen çalan şarkı bitmeden ne
olduğunu not almalıyım diye düşündüm. Heyecandan ismini bir an hatırlayamadım.
Bir film müziğiydi bu. Evet! Amélie filminin müziği. Hemen internetten bakıp
şarkının adını öğrendim, deftere not aldım. -L’autre Valse d’Amélie-
Hesabı ödeyip kafeden çıktım. Hızlı bir şekilde deniz
kenarına doğru yürüdüm. Güneş batmak üzere, denizin üstü kıpkırmızı görünüyor.
Boş bir bank bulup oturdum. Defterimi çıkarıp hikâyeyi yazmaya başladım. Önce hikâyenin
başlığını yazdım;
“Bir Kitap Bir Karakter”

 
İçlerinde beğendiğim en güzel blog yazılarından biri. Herkese tavsiye ederim. Ara ara açıp okuyorum.
YanıtlaSilSayın Okur, öncelikle düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için daha sonrasında ise böyle güzel ve motive edici yorumda bulunduğunuz için çok teşekkür ederiz. Umarız ilerleyen zamanlarda paylaşılan yazılar da sizin için böyle etkileyici olabilir.
YanıtlaSil