Bize Gönderin

Bize Gönderin;
Sevgili okur, eğer sen de bizimle yazdıklarını paylaşmak istersen, yazını önümüzdeki ayın 7'sine kadar -bokgibi1blog@gmail.com - mail adresine gönderebilirsin.
" Haydi dök bize kuruntularını... "

11 Nisan 2020 Cumartesi

Özgür Olmanın İlk Adımı -Delikadir-


Dünyanın ilk varoluşundan beri süregelen bir yaşam mücadelesidir, özgür olmak. Değişen dünya şartları, kültürel farklılıklar ve yaşam koşulları doğrultusunda özgürlük kavramını tek bir paydada toplamak mümkün değildir. Peki ülkemizde, yaşadığımız toplumda ve böylesine kültür çatışmaları içinde özgür olmanın ilk adımı nedir?

“Özgün Düşünebilmek”

Toplumumuzda uzun süredir yaşanan ve gün geçtikçe bir kar topu misali daha da ilerleyen bir cahiliye dönemi yaşanmaktadır. Neredeyse en büyük geleneğimiz haline geldi; araştırmadan, sorgulamadan hatta kulaktan duyma bilgileri kesin bir olgu haline getirmek. Ve günümüzde sosyal medya kullanımı bu kadar yaygınlaşmış bir haldeyken bu duruma çözüm yolu üretmek, insanları bu dipsiz kuyudan çıkarmak imkansız gibi görünüyor. Farkında olmadan her birimiz bu hataya düşme gafletinde bulunuyoruz. Bu hataya düştükçe de özgürlüğümüzün kısıtlandığını veya özgürlüğümüzün elimizden alındığını iddia ediyoruz. Ama bu iddia da yine bize ait bir fikir olmaktan ziyade başka insanların düşüncelerinden geliyor.

Yaşadığımız toplumda kimilerine göre fazla baskıcı, kısıtlayıcı ve engelleyici bir yönetim altında hayat sürdürürken kimilerine göre daha özgür, imkanların yeterli olduğu bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor. Fakat daha önemli bir sorunumuz var ki birçok insan bu fikirlerden birisini destekleyecek veya düşüncelerini anlatabilecek bilgiye ve analize sahip değil. Çünkü ya mensubu olduğu bir siyasi partinin görüşü böyledir ya sohbetlerine katıldığı bir cemaat her sohbette bunları söylüyordur veya kafede arkadaşlarıyla otururken bir düşünce üzerine fikir alışverişi yapmaktansa elinden bırakmadığı telefondan sosyal medyada gezinirken gördüğü -herhangi bir teyidi olmayan- bir düşünceyi kendi düşüncesi gibi anlatır. Sadece ve sadece içinde bulunduğu toplumun ve çevresindeki insanların düşünceleriyle yaşayan büyük bir insan topluluğu haline gelmekteyiz.

İşte tam da burada imdadımıza özgün düşünce yetişiyor. Önce okumalı çokça okumalı. Sonra araştırmalı, araştırılan konular üzerine tartışılmalı. Bolca fikir alışverişleri yapılmalı. Belki savunduğumuz düşünce doğrudur ama baktığımız açı, yaklaştığımız yöntem yanlış olduğundan doğruluğunu kabul edemiyoruzdur. Mustafa İnan genç mühendislere şöyle bir öğüt verir, “Sanatla ilgilenen mühendis diğer mühendislerden her zaman farklı düşünür. Çünkü sanatla ilgilenen insanlar her zaman farklı bakış açısı yakalar, olaylara daha farklı bakabilme yeteneği edinir.” Biz de birer birey olarak sanatla ilgilenelim. En azından bir sanat dalının ucundan tutunmaya çalışalım. Herhangi bir müzik kursunun önünde kurs saatini beklerken bir kitap okuyalım, biraz sorgulayalım, belki de doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu görürüz. Belki de Orhan Pamuk’un ısrarla bahsettiği paranoya içerisindeyizdir. Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu dönemlerde -son zamanlarda birçoğumuzun adına aşina olduğu- uğraşıp, çabalayıp, emek harcayıp sahneye çıkmayı başararak özgürlüğe ilk adımını atarak adını tarihe altın harflerle kazıyan Afife gibi sanatın yüceliğinde kendi fikirlerimizi, özgün düşüncelerimizi oluşturup özgürlük yoluna çıkmış oluruz. Her fırsatta Müslüman olduğunu dile getiren ve Nobel Kimya Ödülü’nü kazanıp, Atatürk’ün ülkeyi emanet ettiği gençliğin bir parçası olduğunu göstermek için de ödülünü alır almaz Anıtkabir'e Ata'nın huzuruna çıkan Aziz Sancar gibi bilimle uğraşalım. Hiçbir dogmanın altına sığınmadan, araştırıp düşünmeden hiçbir şeyi reddetmeyip bilimsel çalışmalar yaparak ve fikirlerimiz özgün bir hale geldiğinde özgürlüğe ilk adımı atmış oluruz.

25 Mart 2020 Çarşamba

Okumak İçimde Bir Ukdedir -Delikadir-


Aile kelimesinin sözlük anlamına bakarsak, “Toplumun en küçük yapı birimi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat şu tabiri de göz ardı etmememiz gerekir; “Aile toplumun en küçük faşizan kurumudur. Otorite, yani aile büyükleri, kendi istekleri -ki çoğu zaman bu istekler toplumun istekleri olarak karşımıza çıkar- doğrultusunda bir birey yerine kendileriyle aynı düşüncelere, aynı yaşam tarzlarına ve aynı değerlere sahip bir ‘köle’ yetiştirir.” Yaşadığımız toplumda bireyin gelişme süreci ve fikir edinmeleri ilk olarak ailede başlar. Onların yönlendirmesiyle doğru veya yanlış, bir şekilde belirli bir yaşa kadar geliriz. Bu süre zarfı içerisinde aile büyüklerimizin ve toplumumuzun bize dayattığı fikirleri doğru olarak kabul ederiz ve bu fikirler artık bizim salt fikirlerimiz olur. Bu fikirleri en ufak bir sorgulama veya akıl süzgecinden geçirme gibi bir eylem söz konusu değildir. Eğer olur da bir sorgulama sürecine girmeye kalkışırsak en küçük faşizan kurumla çatışma evresine girmiş oluruz.

Toplumumuzda, baskı ve kabullenmeler yüzünden özgün düşünce ve akıl süzgecinden geçirme olayıyla geç tanışmış birçok genç bulunmaktadır. Aslına bakarsak bu çatışma sadece bizim toplumumuza özgü değildir. Rus yazar, Turgenyev’in 1862 yılında basılan “Babalar ve Oğullar” kitabı eski nesil ve genç nesil arasındaki kuşak çatışmasını çok güzel anlatmaktadır. Fakat toplum olarak biz, bu çatışmayla yeni yeni tanışmaktayız. Bizden önceki nesil dediğimiz, ebeveynlerimizin dönemindeki insanlar ve onlardan önce yaşayanlar da yaşam şartlarının, toplum kurallarının ve aile baskısının şiddetli olmasından dolayı ebeveynlerinin dediklerini sorgulamadan kabullenmişlerdir. Bu yaşam tarzı bir süre sonra geleneksel hale gelmiştir. Bu duruma aykırı olan aileler veya toplumlar yok mudur? Tabii ki vardır. Fakat bizim toplumumuzun genelinde bu baskıyı fazlasıyla gözlemleyebiliriz. İnternetin yaygın hale gelmesi, üniversiteye giden, okuyan ve araştıran genç nüfusun çoğalmasıyla birlikte bu çatışmalar baş göstermeye başlamıştır.

11 Nisan 2019 Perşembe

Dumduma -Delikadir-



Büyük bir merakla, fakülte merdivenlerinden hızlı bir şekilde çıkan Özge kapısı kapanmak üzere olan asansörün aynasından kendisine bakıp, çeki düzen verdikten sonra hocasının odasının önüne geldi. Üzerinde ‘Melih Fellih’ yazan kapıyı iki kez tıklattı. “Girebilirsiniz” sesini duyduktan sonra içeri girdi. Melih Hoca masasının başında oturmuş bilgisayarında bir şeylerle uğraşıyordu. Kafasını kaldırıp Özge’yi görünce, “Merhaba Özge. Geç otur ayakta durma. Nasılsın?” diye karşılarken bilgisayardaki işini bıraktı. “Merhaba hocam. İyiyim teşekkür ederim, siz nasılsınız? E-postanızı gördüm de dersten önce bir geleyim dedim. Önemli bir durum mu var acaba?” Melih Hoca koltuğunda arkasına yaslandı, “Evet, bir durum var. Bana göre senin için önemli bir durum olduğundan hemen gelmeni istedim. Birkaç gün önce internette bir haber okudum, Sabancı Vakfı’nın Kısa Film Yarışması varmış. Ödülleri ise muazzam.” diyip Özge’yi biraz meraklandırmak ve onun heyecanını görmek istedi. Özge hemen söze atıldı, “Ödülleri neymiş hocam? Bir de ne zamanmış yarışma? Belirli bir konusu var mıymış?” Özge’nin heyecanı gözlerinden okunuyordu. “Şimdi öncelikle, Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde üçüncü sınıf oldun. Hatta üçüncü sınıfı da bitirmek üzeresin. Yaptığın projelere ve gözlemlerime bakarak yönetmenlik yeteneğinin olduğunu düşünüyorum. Bu alanda başarılı olacağına inanıyorum, çok güzel hayallerin var. O yüzden böyle büyük işlere katılmaya başlamanın zamanı geldi. Yarışma daha yeni ilan edildi o yüzden başvurusuna daha çok var. Ödülleri ise, üçüncü olanı bir ay, ikinci olanı iki ay, birinci olanı ise üç aylık yurt dışında televizyon ve sinema alanında eğitime gönderiyorlar.” Özge heyecandan ufak çaplı bir çığlık attı fakat sonrasında hocasının odasında olduğunu hatırlayıp kendisini toparlamaya çalıştı. Bu heyecanı ve isteği hocasının hoşuna gitti. Özge, “Hocam ödüller harika! En büyük hayallerimden birisini gerçekleştirebilirim ama ilk üçe girecek kadar büyük bir film çekebilecek miyim? Gerçekten bunu yapabilecek kapasitem var mı? Konu kısıtlaması falan var mı acaba? Ekibi kurmam gerekiyor, senaryo yazılması lazım, oyuncuları bulabilecek miyim?” diye soruları arka arkaya sıraladı. Melih Hoca iyiden iyiye keyiflendi. Aradığı enerji ve heyecan buydu. O yüzden bu yarışmaya Özge’nin katılmasını istiyordu. “Saydıklarının birçoğu hallolur elbet. Ben de bazı noktalarda yardımcı olmaya çalışırım ama bu projeye başlamadan önce senden bir isteğim var. Senaryo ve hikâye konusunda yanında çok iyi birisini bulman gerekiyor. Özgün düşünebilen, senaryo yazarken ve filmi çekerken sana fazlasıyla yardımı olacak, sendeki eksikliği dolduracak birisini bulmalısın. Yönetmenlik konusunda başarılı olabilirsin fakat eksik yönlerini de göz ardı etmemelisin.” – “Tamamdır hocam. Çevremde bu konuda iyi olacak birisini bulabilirim. Yani öyle düşünüyorum. Elbet vardır, neden olmasın? Ben halledeceğim o kısmı. Çok teşekkür ediyorum hocam, sağ olun. Çok mutlu oldum.” Melih Hoca ve Özge proje hakkında biraz daha konuştular. Melih Hoca detaylı bilgileri Özge’ye e-posta olarak göndereceğini söyledi. Fazla acele etmemesini, senaryo üzerinde iyi çalışmasını fakat çok da boşlamamasını çünkü çekimlerin baştan savma olmaması gerektiğini söyledi. Zamanını iyi kullanması yönünde telkinde bulundu.

11 Mart 2019 Pazartesi

Gayelenmek -Delikadir-


Sözlük anlamı; amaç, erek olan gaye kelimesi bana göre ‘yol’ ile aynı anlama gelir. Yol denildiğinde gözümüzün önüne bir karayolu gelmesi, bir cadde veya bir sokak hayal etmemiz belki de ne kadar sığ düşündüğümüzün, kelimelere ne kadar basit yaklaştığımızın bir göstergesidir.
Yol aslında, yaşamımız boyunca aldığımız her bir nefestir diyebiliriz. Dünyaya geldiğimiz an yola koyulmuşuz demektir.  Her insanın kendine has bir yolu vardır, bazı durumlarda bu yollar başka yollarla kesişir, bazı durumlarda bu yollarda yönlendiriciler olur, bazı durumlarda bu yönlendiricilere uyarak bir şeyler başarırız, bazı durumlarda bu yönlendiriciler bizi başka insanlara götürür, bazı durumlarda bu insanlarla aynı yolu paylaşırız, bazı durumlarda girdiğimiz yollar bizim ilk hedefimiz olur, bazı durumlarda kendimize yeni bir yol çizeriz, bazı durumlarda çizdiğimiz bu yollar arkadan gelenlere kılavuzluk eder, bazı durumlarda peşimizden gelenleri ya bizimle birlikte uçuruma sürükleriz ya da Babil’in Asma Bahçeleri’ne götürürüz, bazı durumlarda bu yollarda bazı durumlar gerçekleşir.

İşte burada, işin içine ‘gayelenmek’ giriyor. Çıktığımız o yolda gayenin ne olduğunu öğreniriz, o yol bizi gayemize götürür. O yol üzerinde ölüme gitmek bile bir gayedir aslında. Uçurumun kenarına doğru yürümek ve uçuruma son adımı atmak gerekir. İnsan, dünyaya gelir ve gayesi uğruna bir yolda yürür. Önemli olan ise bu yolda kendine bir gaye edinmek, bu gayeye giderken yolunu ve içini güzel tutmaktır.

2 Şubat 2019 Cumartesi

İlk Tohum -Delikadir-


Başucundaki çalar saat çalmaya başlayınca Acar, önce saatin üstündeki düğmeye basıp zil sesini susturdu ve sabahın daha ilk saatleri olduğunu fark etti. Oda karanlıktı, güneş daha doğmamıştı. Bugün yeni işinde ilk günü olduğu için heyecanlı bir şekilde yataktan çıkıp önce odasının ışığını yaktı, olduğu yerde gerindi. Sonra ışığını kapatıp koridora çıktı tuvalete gidene kadar ışığı açmadan -annesini erkenden uyandırmamak için- duvara elini sürterek ezberlediği tuvalet kapısına ulaştı. İnsanın doğasında olan günün ilk tuvaletini yaptıktan sonra banyoda elini yüzünü yıkayıp tekrar odasına geçti. Işığı tekrar açtı, giysi dolabından gece uyumadan önce belirlediği elbiseyi giyip, dolabın kapısındaki aynada saçını taradıktan sonra babasının aldığı tokayı saçına takıp hazırlandı. Çantasına eski bir pantolon, gömlek ve işçi tulumu koydu. Tam odadan çıkarken kapının arkasındaki askılıkta asılı duran babasının kasketini gördü ve onu da çantasının içine attı.
Odasından mutfağa doğru sessiz bir şekilde yürüdü. Hızlı bir şekilde hem kendisine hem de annesine kahvaltı hazırladı. Nasıl olsa o da en geç yarım saate kalkıp işe gitmek için hazırlanacaktı, hiç değilse uyandığında kahvaltı hazır olmuş olurdu. İlk günden işe geç kalmamak için hızlıca kahvaltısını yaparken annesi odasından çıkıp koridorda göründü. Ay gibi parlayan o nur yüzüyle kızına doğru yaklaşan Demet:

- Ooo… Kızım, günaydın. Uyanmış, hazırlanmış bir de kahvaltı yapıyorsun, dedi. Bu ne çalışma hevesidir böyle.

- Günaydın canım anneciğim. Yine ay gibi parlıyorsun, ne varmış da babama çekmişim sana çekseymişim ya, dedi. İlk günden geç kalmayım diye hızlıca hazırlandım, sana da kahvaltılık bir şey hazırladım. Birazdan çıkarım ben.

- Sen benden daha güzelsin be, arada bir aynaya bakarsan görürsün. Teşekkür ederim kızım, işe gidince telefon numaralarını da not almayı unutma akşam bana verirsin. Ben de defterime yazayım ne olur ne olmaz…

- Tamam anneciğim gidince numarayı alırım merak etme, dedi hızlıca ağzına bir şeyler tıkıştırmaya çalışan Acar.

Annesi mutfak kapısına yaslanmış yüzünde gülümsemeyle, koşuşturmaca içinde olan dünyalar güzeli kızını izliyordu. Sonra bir anda tedirgin bir şekilde kızını uyarmaya başladı.

- Kızım sıkı giyindin değil mi bak sabahları çok soğuk oluyor, dedi. Orada da dikkat et kendini koru, kimseye ezdirme kendini, eğer anlaşamazsanız çık gel, başka iş bakarız. Ben de hazırlanayım şimdi, hadi sana iyi çalışmalar kolay gelsin canım kızım, deyip yanaklarından öpüp tuvalete doğru gitti.
Acar’ın annesine bir şeyler demeye vakti yoktu çünkü saatte bir geçen otobüsü kaçırmamak için hemen üstüne bir hırka alıp çantasını da sırtına takıp evden çıktı.

Binadan dışarı adım atar atmaz sabahın o soğuk havasını yüzünde hissetti. Bir an ürperdi ve hızlı hızlı yan sokaktaki yokuştan yukarı yürüyerek durağa gitti. Durağa gittiğinde cama asılı olan otobüs saatlerine baktı sonra kolundaki saate baktığında üç dakika sonra otobüsün geleceğini gördü ve sevindi. Otobüs gelene kadar babasını düşündü, cezaevindeydi ama kızının işe başlamasına çok sevinmişti. Kızı için hapse girmişti. Acar da hafta sonu olsun ve görüşüne gidip her şeyi anlatayım diye günleri sayıyordu. O sırada otobüs geldi. Cüzdanından, büfede satılan otobüs kartını çıkartıp arkasındaki yazılara baktı ve daha sekiz binme hakkı olduğunu gördü. Kartı kapının hemen yanındaki büyük yeşil kutunun içine doğru itti ve kart makinenin içine girip tekrar çıktığında kartı aldı ve şoföre selam verdi.

- Günaydın şoför abi. Kolay gelsin, dedi.

Şoför daha uykusunu alamamış bir haldeyken genç kızın ona selam vermesine şaşırdı ve aynı şekilde selamına karşılık verdi.

- Günaydın. Hayırlı günler, dedi.

Acar otobüsün arkasına doğru yürüdü ve cam kenarındaki koltuğa oturdu. Deri koltuklar sabahın bu saatinde çok soğuk oluyordu. Çantasını bacaklarının arasına alıp biraz ısınırım diye ellerini bacaklarının arasına sıkıştırdı. Elbisesi uzun olduğu için rahatça oturuyordu. Camdan dışarıyı seyrederek derin düşüncelere dalmıştı. Kafasında yaşadığı ülkeyle, şehirle hatta ilçeyle ve toplumla ilgili yanıt alamadığı sorular vardı. Bu sorulara yanıt bulmaya dalmışken babasının tarif ettiği durağa yaklaştığını görüp kapıya doğru gitti ve durakta otobüsten indi. İşe başlayacağı atölyeye kadar yürüdü, Kostüm Sanayi Sitesi’nde bu saatte bir kadın görmeye alışık olmayan işçiler dükkanların kapısından Acar’a bakıyordu. Acar sora sora işe başlayacağı atölyeyi buldu, kapısı açıktı, hemen içeri girdi. Atölyede çalışmaya başlamak üzere olan üç işçi ve bir çırak Acar’ı görür görmez meraklı gözlerle ona baktılar. Acar hemen çırağın yanına gitti.

- Kardeş merhaba, dedi. Mustafa Bey burada mı? Onunla görüşecektim.

Çırak ağzı bir karış açık onu dinliyordu. Hafiften kekeleyerek cevap verdi.

- Merhaba abla. Mustafa Abi’yi diyorsun galiba. Üst katta, ofiste. Merdivenler şurada, dedi.

Acar güler yüzle teşekkür edip merdivenlere doğru yürürken, sanayi ağzı, diye düşündü. Küçücük çırak bile patrona “abi” diye hitap ediyordu. Sanayide ve atölyede herkesin ağzı açık ona bakacağına hazırlıklıydı, babası çok önceden anlatmış, neler yaşayacağını söylemişti. Ofisin kapısını tıklatıp Mustafa Bey’in girin dediğini duyunca kapıyı açıp içeri girdi.

- Mustafa Bey merhaba. Beni Mehmet Ali Bey gönderdi, size önceden haber vermiş olması lazım. Ben işe başlayacaktım bugün, dedi.
Mustafa Bey’in gözleri fal taşı gibi açılmış, karşısındaki elbiseli, saçları taranmış, beyaz tenli kadına bakıyordu.

- Kızım Mehmet Ali bana söyledi de Acar diye bir genç dedi. Ben ne bileyim kız olacağını. Sen nasıl çalışacaksın? Ne işin var senin burada? Sabahın köründe kalkmış gelmişsin bir de. Git evine yat kızım burada senin yapabileceğin bir iş yok, dedi. Mehmet Ali de bizle eğleniyor galiba.

Acar kendisinden emin, dik duruşuyla kendini anlatmaya başladı.

- Mustafa Bey, dışarıdan kültürlü ve bilinçli biri gibi duruyorsunuz ama galiba düşünceleriniz öyle değil. Yıl olmuş 1998, yani dünyada kadınlar ne işlerde çalışıyor ve siz hala ne diyorsunuz. Ben meslek lisesinde torna bölümünde okudum, atölyede staj yaptım, buradan önce 2 yıl da çalıştım. Merak etmeyin bir torna ustası kadar olamasam da usta olmama az kaldı diyebilirim. Sanayide işçiler geri kafalı olabilir de patronların gelişmiş insanlar olduğunu düşünürdüm, şaşırttınız beni.

Acar, işe başlamadan babasından aldığı tüyolar sayesinde patronlara ne diyeceğini ve onları nasıl ikna edeceğini öğrenmişti ve onları uyguluyordu. Mustafa Bey bir an Acar’ın bu çıkışına karşılık olduğu yerde toparlanıp daha sakin konuşmaya başladı.

- Yok canım, tabii ki geri kafalı değilim ama böyle çıtı pıtı bir kız gibi durunca ne bileyim. Yoksa ben de kadınların çalışmasından yanayımdır, beni işçilerle bir tutma, dedi. Demek daha öncesinden deneyimin var. Peki bir kız çocuğu niye meslek lisesine gidip torna öğrenir ki?

- Babam torna ustasıydı Mustafa Bey. O benim torna ustası olmamı çok istedi ve meslek lisesine yazdırdı. Bir yandan da bana işi öğretiyordu. O yüzden işe hakimim, hiç şüpheniz olmasın.

Mustafa Bey meraklı gözlerle kendinden bu kadar emin bir kızla konuşmak istiyordu ama tedirgindi.

- Ee, baban çalışmıyor mu artık? Helal olsun vallahi, kız çocuğunu bu mesleğe yönlendirmek yürek ister.

- Yok çalışmıyor, cezaevinde kendisi.

Mustafa Bey bunu duyar duymaz bir anda yerinde kımıldadı ve tedirgin bir sesle sordu.

- Niye cezaevinde baban?

Acar kendisinden emin, başı dik bir şekilde yavaş yavaş konuştu.

- İlk girdiğim iş yerimde patron bana sarkıntılık etti, dedi. Para karşılığında onunla dost hayatı yaşamamı istedi. Ben de bunları babama anlatıp işten ayrıldığımı söyledim. Babam dayanamayıp atölyeye gidip bütün makineleri parçaladı, yerle bir etti. Sonra o adam babamdan şikayetçi olmuş ve babam da hapse girdi, üç sene sonra çıkacak.

Mustafa Bey iyice tedirgin olmaya başlamıştı ama kendisine böyle güvenen ve işten anlayan birini geri çeviremezdi. Aşağıdaki üç usta bile böyle kendilerine güvenerek çalışmıyorlardı. Bir süre daha konuştular sonra işe başlamasını fakat bu kıyafet konusunda ne yapacağını sorduğunda, Acar yanında kıyafet getirdiğini söyledi ve üstünü nerede değiştirebileceğini sordu. Mustafa Bey ancak ofiste üstünü değiştirebileceğini söyleyip, ofisten çıkıp aşağı atölyeye indi. Ustalarla konuşup durumu anlattı. Köşedeki torna makinesinde çalışacaktı, ona yardımcı olmalarını söyledi.

Acar kıyafetlerini değiştirmiş, saçlarını da toplayıp kafasına taktığı kasketin içine sıkıştırmış bir biçimde atölyeye indi. Ustalarla tek tek tanıştı, Yaşlı olan Mürsel’di, kel olan Mesut, zayıf ve uzun boylu olan ise Hasan Usta’ydı. Çırağın adı ise Samet’ti. Çırak onu çok sevmişti, sürekli gülerek onu izliyordu. Hasan Usta ona atölyeyi gösterdi ve çalışacağı parçaların özelliklerini, ölçülerini anlattı. Acar gönül rahatlığıyla işe başlamıştı. Kafasını kaldırıp karşı duvardaki saate baktığında 08:25 olduğunu gördü.

Acar, bu işe girmeden önce babasıyla bir ay boyunca konuşup işe girdiğinde karşılaşacağı zorlukları öğrendi. Babası harfi harfine ne yapması gerektiğini, bu zorluklarla nasıl başa çıkacağını ona anlattı. Her hafta sonu görüşe gidip babasına neler yaşadığını, neler yaptığını anlatacaktı. Babasıyla ne konuştuğunu hatırlamaya çalışırken Mesut Usta’nın sesini duydu.

- Acar! Acar! Haydi! Öğle paydosu. Yemek yiyeceğiz. Bırak işi de gel haydi.

Acar da kendisini yorgun hissediyordu. Her ne kadar deneyimli olsa da torna başlığına malzeme takıp sökmesi ve malzemelerin ağır olması onu yormuştu. Hemen tuvalete gidip elini yüzünü yıkamak, tuvaletini yapmak istedi.

- Mesut Usta, kadınlar tuvaleti nerede acaba, diye sordu.

- Bir tane tuvalet var vallahi kızım, diye şaşırarak ne yapacağını bilemeden cevap verdi Mesut.

Acar kaşlarını çattı ama içinden gülüyordu. Çünkü babası böyle bir şeyle karşılaşacağını ve ilk hedeflerinin atölyede kadınlar tuvaleti ve kadınlar için soyunma odası yaptırmak olacağını söylemişti. Tabii bu istekte bulunmak için epey bir zaman geçmesi gerekiyordu. Acar sinirlenmiş gibi yaparak o pis tuvalete girdi ve elini yüzünü yıkayıp yemek yedikleri odaya gitti. Yemek sırasında düzenli bir şekilde Acar’a sorular soruluyordu. Neden bu mesleği seçti? Babası, annesi ne iş yapıyordu? Sabah kalkıp gelmek zor olmuyor muydu? Gidip yatsa daha iyi değil miydi? Elinin hamuruyla burada ne işi vardı? Evlenince kocası çalışıp ona bakardı zaten. Babası niye hapse girmişti? Ne zaman çıkacaktı? Oysa Acar bu soruların hepsini bir yandan yemek yiyerek bir yandan da gülümseyerek güzel bir şekilde, sakince cevaplıyordu. Yemekten sonra Samet herkese çay doldurunca Acar diğer ustalar gibi tulumundan sigarasını çıkarıp yakınca herkesin meraklı bakışlarına ve sorularına yeniden maruz kaldı. Kız kısmısı sigara mı içerdi? Ayıp değil miydi? Anası babası biliyor muydu? Birileri görse ne derdi? Adı kötü kadına çıkardı falan filan. Acar yine kendine güvenerek bütün sorulara güzelce cevap verdi.

Yemekten sonra tekrar işe döndüler ve akşam 18:30’a kadar çalıştılar. Mesai saati bittiğinde Acar ofise çıkıp, Mustafa Bey’den dışarı çıkmasını rica edip üstünü değiştirdi. Tekrardan sabahki haline dönüp, herkese selam verdikten sonra otobüs durağına yürüdü. Adı gibi emindi patronun ustaları çağırıp kendisinin nasıl çalıştığını soracağına ama yine adı gibi emindi herkesin iyi şeyler söyleyeceğine. Çünkü güzel çalışmıştı, işini hiç aksatmamıştı.

Eve geldiğinde annesi çoktan yemeği hazırlamış, sofrayı kurmuştu. Acar annesine selam verdi, ayaküstü ilk iş gününün nasıl olduğunu konuştular sonra hemen banyoya girdi, yıkanıp temizlendi. Banyodan çıkıp üstünü giyip mutfağa gitti ve anne kız baş başa akşam yemeği yemeye başladılar. Annesi ilk olarak telefon numarasını sordu.

- Aldın mı kızım telefon numarasını?

Acar telefon numarasını almayı unutmamıştı. Akşam işten çıkarken istemişti.

- Aldım anneciğim, dedi. Defterde yazıyor, yemekten sonra veririm sana.

- Tamam kızım, deftere yazayım da ne olur ne olmaz sana ulaşmam gerekirse ararım orayı, dedi.

Yemek yerken uzun uzun sohbet ettiler. Atölyenin nasıl olduğunu, patronun, ustaların nasıl insanlar olduğunu, öğlen ne yediklerini, nasıl gidip geldiğini konuştular. Günler günleri bu şekilde kovaladı. Her sabah aynı koşturmacalar, iş yerinde aynı çalışmalar ve Acar’ın babasının planına uyarak her gün kadınlar tuvaletinin ve soyunma odasının olmamasından şikâyet etmesi, akşam yemeğinde anne kız baş başa sohbet etmeleri ve sonrasında babasının söylediği kitapları okumasıyla gün bitiyordu.

Cumhuriyetçi ve devrimci bir babaya sahip olmasının da etkisiyle sürekli kitap okurdu Acar. Babası eve hiç televizyon almamıştı, evdeki iletişimi bitireceğini düşünerek o aletin eve girmesini istemiyordu. Evin her yerinde kitaplıklar vardı. Her akşam yemekten sonra çay içerken sohbet edilir sonrasında kitaplar okunurdu. Sonrasında bir fikir üzerine tartışma olur veya babası, karısına ve kızına kısa tiyatrolar yapardı. Kendini bildi bileli evde böyle yaşarlardı. Bu durumdan hiç şikayetçi olmadı. Babası torna ustası, annesi bir restoranda aşçı olmasına karşın çok okumuş ve çok bilgili bir aileye sahipti. Babasının yönlendirmesiyle meslek lisesine gidip torna bölümünde okudu. Babası onun hep bir torna ustası olmasını istiyordu.

Acar, hafta sonu gelsin de olanları babama anlatayım, diye bir hevesle beklerken sonunda pazar günü çıkagelmişti. Cezaevinin görüş salonunda babasıyla buluştuklarında her zamanki gibi sımsıkı sarıldı ona. Masaya oturduklarında annesiyle konuşmasına fırsat vermeden her şeyi anlatmaya başladı:

-Baba işe başladım. Dediğin gibi oldu ilk başta işe almak istemediler ama söylediklerini adama söyleyince işe almak zorunda kaldı. Ustalar da bana saygı duymaya başladılar. Kimse karışmıyor, rahatsız etmiyor beni. Sen ne dediysen onları yapıyorum. Her gün tuvaletten ve soyunma odasından şikâyet ediyorum, diye bir hevesle anlattı.

Babası ise gözlerinin içi parlayarak onu izliyordu ve konuşmaya başladı:

- Aferin benim kızıma. Sen Baki’nin kızısın, çok iyi bir torna ustası olacaksın ve seninle büyük bir devrim yapacağız. Hayalimi seninle gerçekleştireceğim canım kızım. Sen, benim yıllardır ömür tükettiğim sanayiye attığım ilk tohumumsun. Önce sen tutacaksın, filizleneceksin sonra yeni tohumlar ekeceğiz. Şimdi size hiç bahsetmediğim hayalimi anlatacağım, beni iyi dinleyin. Acar dediklerimi harfi harfine yapman gerekecek, diye anlatmaya başladı.

Kendisinin iyi bir cumhuriyetçi ve devrimci olduğunu hatırlattı. Farklı bir sanayi devrimi yapmak istiyordu. Kadınların da sanayi sektöründe, atölyelerde çalışabileceğine inanıyordu. Dünyada böyle adımlar atılıyordu da Atatürk’ün kurduğu ülkede neden buna izin verilmiyordu? Bu devrimi ilk başta kızıyla başaracaktı sonrasında kızıyla beraber yeni tohumlar ekecekti. Önce, yavaş yavaş kendi çalıştığı atölyede kadınlar tuvaleti ve soyunma odası yaptırması için patronu ikna edecekti. Sonra bu durumun kendilerine iyi bir reklam olabileceğini patronuna söyleyip patronun desteğiyle hem kadın işçi çalıştırmalarını hem de onlara imkanlar sunmalarını haber merkezlerine ve gazetecilere bildireceklerdi. Haberlere çıkıp aslında hem kendi reklamlarını yapıp hem de halkın aklına ve bilinçaltına bunu yerleştireceklerdi. Bu şekilde Acar, bir süre sesini duyurup sonrasında liseden birkaç kız arkadaşını çevre atölyelerde işe sokmalıydı. İki yıl sonra ise Acar, Kadınların Sanayi Gücü adında bir dernek kurmalı ve kadınları bu dernek altında toplamalıydı. Sayıyı arttırdıktan sonra oluşan güçle üç - dört yıl sonra siyasi makamlarla konuşup kendilerine iş imkanlarının oluşmasını sağlayacaktı. Babası sanki ince elenip sık dokunan bir banka soygunu planı anlatır gibi, sanki kroki çizer gibi anlattı hayalini. Acar ise tüyleri diken diken olarak dinledi babasını. Daha sonra ise babası ona “Èmile Zola’nın Germinal” kitabını okumasının zamanı geldiğini söyledi. Kitabı okuyup, Germinal’in ne demek olduğunu, tohumun ne anlama geldiğini, devrime nasıl başlanıldığını ve nasıl hatalar yapıldığını, devrim uğruna gerekirse günlerce aç kalmanın göze alındığını ve bu yolda ne kadar sabırlı olunması gerektiğini öğrenmesini istedi. Bu yaşta öğrenip kavrayabileceği en iyi kitap olduğunu yineledi. Acar ise babasına bunların hepsini yapacağını, sabırlı olacağını, devrimini beraber gerçekleştireceklerini ve kitabı da en kısa zamanda okuyacağını söyledi.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Şimendifer -Delikadir-


Sırtında kahverengi çantası ve elindeki cam fanusla kaldırımda bekliyor ve yoldan karşıya geçme fırsatı kolluyordu. Nihayet bir boşluk yakaladı ve Ekşişeher Tren Garı’nın karşısındaki Seyhan Çay Bahçesi’ne doğru yürüdü. Saat 21.30’du, Balkara’dan hızlı trenle geldi ve aktarma yapacağı tren 23.30’daydı. O süre içinde oturup zaman geçireceği bir tek orayı bulabildi. Feridun kapıdan içeri girdiğinde çok kalabalık olduğunu gördü ve çalışan garsonların da koşturmaca içinde olduğunu fark edince kimsenin onunla ilgilenmeyeceğini anladı. Hemen kendisine boş bir masa bulup oturdu. Çantasını yanındaki sandalyeye cam fanusu da masanın üstüne koydu. Önce bir süre kendini garsonlara göstermeye çalıştı fakat böyle olmayacağını anlayınca seslenmek zorunda kaldı, “Bir çay verir misin?” – “Tabii ki. Hemen getiriyorum.” Cevabını alır almaz cebinden sigarasını çıkardı. Balkara’dan trene binmeden aldıydı, bu yüzden sigara paketini daha yeni açtı. Garson tam da dediği gibi hemen getirdi çayını. Çaydan bir yudum aldı ve sonra sigarasını yaktı. Gözlerini fanustaki balığa dikti. Japon balığı denilen türdendi ama ona hep -Şimendifer- derdi.
Feridun, saatin bir türlü geçmediğini düşünerek sigarasını söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Ve bir anda masasına birisi geldi, “Merhaba, oturabilir miyim? Uzaktan baktım da yalnız oturuyordunuz, galiba birisi gelmeyecek. Boş masa kalmamış da bence tren saatime kadar şurada oturabilirim,” diyerek karşısındaki sandalyeyi gösterip, Feridun ağzını açmadan oturdu. Feridun, adamı dinlerken yoruldu, ne söylerse söylesin oraya oturacağını anladığı için bir şey söyleme gereksinimi duymadı, sadece gözleriyle takip etti. “Şey, pardon, adımı söylemedim. Ben Hikmet. Balkara’da tıp fakültesinde öğrenciyim. Hızlı trenle oraya gideceğim de saatini bekliyorum. Ya sen?” Feridun soğuk bir şekilde, istifini bozmadan cevap verdi, “Ben Feridun. Demek doktor olacaksın. - Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? -” Hikmet ufak seslerle kahkaha attı, “Memnun oldum Feridun. Galiba edebiyatla fazla ilgilisin. Bana Oğuz Atay’dan alıntıyla cevap vereceğine düşünmemeni öneririm. Daha sağlıklı. Çünkü ne ben Albay Hüsamettin’im ne Tehlikeli Oyunlar’ın içindeyiz.” Feridun, Hikmet’i dinlemiyor, sigarasını yakmış Şimendifer’in fanus içindeki hareketlerini takip ediyordu. Hikmet yanından geçen garsonu durdurup limonata istedi. Feridun’a dönerek, “Japon balığı değil mi bu balık?” dedi. Feridun, “Evet ama Şimendifer onun adı.” Hikmet önce adının anlamını sonra bir balığa neden isim verdiğini sordu ama Feridun onu dinlemediği için cevaplamadı. Yarım saat kadar böyle konuşmadan oturdular. Feridun fanusu izlerken Hikmet limonatasını içip etrafı izliyordu. Feridun, garsondan çay istediği sırada Hikmet bu fırsatı kaçırmadan, “Öğrenci misin? Ne okuyorsun?” diye sormaya başladı. Feridun, “Balkara’da Gazi Üniversitesi’nde Demiryolu Mühendisliği okudum. Mezun oldum. Bugün diplomamı aldım,” dedi soğuk ve net bir şekilde. “Ee, mezun oldun nereye gidiyorsun şimdi? Memleketine mi? Hangi trene bineceksin?” Feridun, Hikmet’in bu sorularından kurtulamayacağını anladı. “Babamın yanına gidiyorum. Dallıkeser’de yaşıyoruz. Mavi Tren’i bekliyorum,” dedi. Bir süre daha oturduktan sonra Hikmet çantasını ve valizini alıp içtiği limonatayı ödedikten sonra tren garına gitti. Giderken Feridun’la vedalaşmaya çalıştı ama Feridun pek oralı olmadı. Hikmet gittikten sonra bir süre daha oturdu ve garsondan beşinci çayını isteyip onuncu sigarasını da yaktı. Saatine baktı ve trenine yarım saat kaldığını anladı. Çayını hızlıca içip sigarasını yarım bırakıp söndürdükten sonra parayı masaya bıraktı ve çantasını sırtına, fanusu da eline alıp tren garına doğru yürümeye başladı.

31 Mayıs 2018 Perşembe

Bir Kitap Bir Karakter -Delikadir-


Yeşil renge boyanmış ahşap kapıyı iterek içerek girdim. İçeriye göz gezdirdiğimde masaların birkaçı doluydu. Tam da istediğim gibi. Genç bir adam bana doğru geldi, “Hoş geldiniz efendim. Boş yerimiz var buyurun, yardımcı olayım.” Gözle görülen bir şeyi neden söyler acaba diye düşündüm. “Teşekkür ederim. Köşedeki masaya oturmak istiyorum,” diye karşılık verip masaya oturdum. Sırt çantamı yandaki sandalyenin üstüne koyup içinden kitabımı, defterimi ve bir kalem çıkardım. Düzenli olarak geldiğim bir kafe, buranın estetik havasını seviyorum. Beymenti ilçesinde, içinde kütüphanesi olan tek kafe, Dünden Bugüne. Üniversitede dersime giren bir hocam önermişti, Fatih Hoca. “Kitap okumak veya bir şeyler yazmak istediğinde gidebilirsin. Senin gibi insanları pek bulamasan da kendini bulabileceğin bir yer,” diye söylemişti. Halbuki birkaç kez kendim gibi insanlara rast gelmiştim. Bugün ise bir şeyler yazmak için buradayım. Öğrencilerin çıkardığı bir dergiye göndereceğim hikaye için karakterler aramaya çıktım.

Garsonun masaya bıraktığı menüye bakmadan kupa bardakta çay istedim. “Çok güzel kahvelerimiz var, yöresel kahveler. Yeni getirttik denemek ister misiniz?” Sanki garsona hayatımın en büyük sırrını açıklıyormuş gibi, “Saatlerce burada olacağım ve emin ol o kahveden içmek isterdim ve yine emin ol o kadar param yok. Çay alsam yeterli benim için.” Garsonun yüzünde oluşan o masum gülümseme beni rahatlattı, neden bilmiyorum. Fazla vakit kaybetmeden Fatih Hocamın bana hediye ettiği saman kağıdından yapılmış defterimi açtım. Yeteri kadar dolu masa var ve yeteri kadar insan analiz edebilirim. İlk gözüme çarpan önlerinde tavla olan iki erkek oldu. Türk kahvesi sipariş etmişler ve küllükte iki tane sigara duruyor. Birisi zarı salladıktan sonra parmaklarını öpüp zarları tavlaya doğru fırlatıyor, diğeri telefonda mesaj yazıyor. Sıra diğerine geçince parmaklarını öpen telefonu eline alıyor. Acaba yeni bir kural mı çıktı diye düşünmeden edemedim. Zarları sallarken parmaklarını öpecek kadar şansa inanan birisi nasıl bu kadar tavla oynamaktan uzak olur acaba? Sıra 2-3 dakikada bir değişiyor, çünkü mesajlaşmak daha uzun sürüyor. Hava güzel diye evde sıkılıp kendilerini dışarı atan ve yine kendilerini bir kafeye kapayan ve neredeyse birbirlerinin yüzlerine bakmayan insan türü diye not aldım. Kendimi kaptırmışım, çayın geldiğine bile dikkat etmedim. Hemen bir yudum aldım. Çay taze, mutlu olmam bir için iyi bir sebep. Çayımı yudumlarken, bu sefer birkaç masa ileride oturan, iki kadın ve bir erkek dikkatimi çekti. Erkek, elindeki tarot kartlarıyla karşısındaki kadına fal bakıyor ve masada altlığa ters çevrilmiş kahve fincanlarını gördüm. Kadınlar, erkeğin ağzından çıkan sözcükleri büyük bir merakla dinliyorlar. Bazen şaşırıyorlar bazen seviniyorlar. Acaba erkek neler söylüyor diye o kadar merak ettim ki. İlk fal bitti, kadınlar yer değiştirdi. Bu sırada orta parmaklar fincana doğru gitti, soğumuş fincanları açtılar, hepsi aynı anda telefonlarını çıkarıp birkaç kez fotoğraf çektiler. Sonra erkek diğer kadının tarot falına bakmaya başladı. Yine heyecanlanmalar yine birbirinden farklı tepkiler vermeye başladılar. Erkekte de ne kelime haznesi varmış, bu kadar anlatacak ne gördü diye düşündüm. Fallar bitince kelimeler kayboldu. Bir anda kafalar telefonlara eğildi, arada bir ağızlar oynuyor ama kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Fala inanmasalar birbirlerinin yüzlerine bakmaya dahi tahammülleri olmayan insan türü diye not aldım. Çayım soğumaya başlamış. İnsanları gözlemlerken kendimi kaybettiğimi anladım. Yeni bir çay söyleyip biraz da kitap okuyayım. Hem o sırada belki kafeye yeni müşteriler gelir. Garsonu çağırıp sipariş verdim. “Baya oturacak gibisiniz, çay öyle boş boş gitmez yanında kurabiye falan getireyim. Benden olsun,” dedi. Böyle düşünceli garsonları çok seviyorum. İnsanın halinden anlıyorlar. Garsonun arkasından boş boş bakarken diğer garsonlar dikkatimi çekti, çay gelene kadar gözlem yapmaya başladım. İki erkek bir kadın, kenarda bekliyorlar. Erkekler neredeyse kadının ağzına düşecekler. Bir müşteri sipariş vermek için el kaldırdı, kadın hareketlenince ikisi de aynı anda durdurup sanki bir yarış varmış gibi bir anda birisi öne geçip masaya ulaştı. Bir kadını etkilemek için bu kadar açık bir şekilde yarış yapıldığını nadir görebilirim. Yakalarındaki isimlikleri okumaya çalıştım, birisinin adı Ulaş diğerinin Onur’du. Benimle ilgilenen garsonu çok sevdim, o bunlara benzemiyordu. Bunları yazacağıma onu yazarım. Kurabiyelerin hatırı var sonuçta. Evet, çay ve kurabiyeler geliyor. Garson bana doğru yaklaşırken onun da isimliğini okudum. “Çok teşekkür ediyorum Mustafa. Çok naif bir insansın. Şu an sayende çok mutlu oldum, vallahi.” – “Ne demek efendim. Ben de öğrenciyim, anlarım bu durumu.”

3 Mayıs 2018 Perşembe

Büyüyü Bozan Şiir -Osman Erdal-


Cebimde sana yazacağım mektuplar.

Dilimde serkeş, sarhoş bir şarkı.

Aklımdan çıkmıyorsun şu ara.

Zihnimin derinliklerinden geliyor zehrin,

Yalnız ve acıklı hayatıma.

Söylediğin bir şarkı farkında mısın bilmem

Bana hitap ediyor, soğuk yıl dönümlerinde

Söyleyemem sana seni sevdiğimi.

İrkilir kaçarsın benden.

Söylemem sevdiğimi.

Kaybedişlerim bu son,

Bir daha ağzı açılmaz baharın

Bir kuytuda ölü bulurlar beni.

Korkarım.

Söyleyemem sana seni sevdiğimi.

Başında divane gezerim dilimden onlarca şiir.

Sen iste şarkılar söylerim sarhoş gecelerde.

Söylerim de,

12 Nisan 2018 Perşembe

Kadının Güzelliğinde -Osman Erdal-


Eğildi adam kadının ellerine.
Diz çöküyor toprağa.
Bir kadın salıyor saçlarını rüzgarın serinliğinde.
Dalgalar kıyıyı dövmeye devam ediyor.
Sessizlik hakim tüm cephelerde.
Dünya barışı kabulleniyor.
Ordular yoksul, ordular fakir, ordular mağlup
Kadının güzelliğinde.

24 Mart 2018 Cumartesi

Hazal & Gazal -Dilber Öztürk- [Takipçilerimizin Kuruntuları]


HAZAL & GAZAL

Tık

Tık

Tık…

Duyuyor musun sesi? Yağmurun sesi bu, damla damla vuruyor cama, damlalar bütünleşiyor camın buğusunda. Sonra ben o buğuya bir hazal çiziyorum bir de gazal. Bilir misin nedir gazal? Gazal iplikçi demektir. İlmiklere emek emek işlenen her şeyde adını gizleyen demektir. Kışın üstüne kazaktır yünden, belki ipten bir top. Kimse bilmez, kimse görmez ama o oradadır, tam orada. İlmeklerin arasından bakar bana, bakar sana bakar görmek isteyen her bir ademoğluna, bakar iki ilmek arasından. Herkes görmez herkes bilmez ama ben görürüm ben bilirim. Nereden mi bilirim? Çünkü her ilmekte babam gizlidir benim. Ne zaman bir çocuk görsem elleri babasınınkilere kenetlenmiş, yüreğim kamaşıverir en ince yerinden çünkü onu hatırlarım, babamı hatırlar ona giderim en onlu günlere giderim. Daha gün aydınlanmamışken elimden tutup karanlık sokak aralarından atölyesine götürüşüne giderim.

3 Şubat 2018 Cumartesi

Yazık, çok yazık... -Delikadir-

-Ben, benden daha önemliyim.

Kıpkırmızı vosvosumu mavi renkli binanın önüne park ettim. Umarım şikayet eden olmaz. Aslında girişi tam da kapatmıyorum. Ama napayım? Bu Bahçelievler’de araba park edecek yer bulmak ölüm gibi bir şey. Bide vosvosumu öyle her yere park edemiyorum, güvenli olması lazım. İrem’le kahve içmek istediğimizde gittiğimiz Kahve Dünyası’na doğru yürüdüm. Kafeye girdiğimde her zaman oturduğumuz masanın boş olduğunu gördüm. Çantamdan sigaramı, telefonumu çıkarttım. Fazla beklemeyeceğimi anladım çünkü kafamı kaldırdığımda İrem’in kapıdan içeri girdiğini gördüm. “Merhaba Beyhancığım. Çok beklettim mi? Özür dilerim. Yağmur yağıyor ya, otobüsler çok dolu bide trafik felaketti. Sipariş vermedin değil mi? İyi iyi, beraber söyleriz.” İrem genelde böyle yapardı. Soru sorduğunda kendisi cevaplar daha sonra kendisi sonuçlandırırdı. “Yok tatlım, yeni geldim ben de. Şimdi oturdum.”
İrem’le birinci sınıftan beri arkadaşız ve iyi anlaşırız. Sınavlarda falan yardımcı olur, severim onu. Okulu %75 bursla kazanmış. Bence Başkent Üniversitesinin Türkçe Öğretmenliğindeki en zeki öğrencisidir.
Burayı keşfettiğimizden beri; burada buluşur, kahve içeriz, dertleşiriz. Ama bu sefer güzel bir olay için davet ettim.
Garson çocuk, menüyü bırakmak için masamıza geldiğinde işe yeni başladığını anladık ve İrem’le aynı anda birbirimize bakarak gülümsedik. Çünkü sınıf arkadaşımız olan Kadir ve diğer garsonlar, buraya kahve içmeye geldiğimizi ve ne içtiğimizi bildiğinden menüyü getirmeden direkt kahveleri getirirler.
İsimliğinde -Burak- yazan garsona siparişi verdikten sonra İrem’e döndüm, “Adının, berrak ve temiz anlamına geldiğini biliyor mudur acaba? Adının anlamı gibi yaşıyor mudur acaba?” dedim. İrem, gülümseyerek, “Şu isim takıntından vazgeçmeyeceksin değil mi?” Garsonun arkasından bakakaldım, gözüm daldı. “Dayanamıyorum bebeğim. Ama çok keyif alıyorum bu durumdan.”
İrem’le dersler ve notlar gibi sıkıcı şeylerden konuşurken kahveler geldi. “Ohh, kahveler de geldi. Dur şu sigarayı da yakayım sana neler anlatacağım,” dedim. “Al benim sigaramdan iç,” diye sigara paketini uzattı. İrem düzenli olarak sigara içen birisiydi, ben sadece kahvenin yanında içerim. Daha o kadar tiryaki olamadım. “Yok canım, sen Camel içiyorsun, ağır geliyor. Marlboro daha hafif. Hem mentollü. Teşekkür ederim.” – “Tamam tatlım sen bilirsin.” Sigaramı da yaktıktan sonra anlatmaya başladım, “Geçen hafta Olgun bana Kızılay’da Olgunlar Sokak’ın orada evlilik teklifi etmişti, biliyorsun. Salak şey, aklınca kelime oyunu yapmaya çalıştı galiba. Ben daha bunun heyecanını atlatmaya çalışıyordum ki dün gece beni eve bırakırken, ‘Ailelerimiz tanışsın istiyorum. Güzel bir yemek ayarlayacağım,’ dedi. Düşünsene ailemle tanışacak. Evet tatlım. Yemekte evlilik kararımızı açıklayacağız. Büyük ihtimalle yaza da düğün olur. Haklısın; okul bitince, bu yaz planlarımız vardı, yurt dışına çıkacaktık, evet. Ama ne yapalım, eğer evlenirsem ben de artık Olgun’la gerçekleştiririm planlarımı. Kusura bakma canım. Sen de birisini bulursan onla gidersin veya beraber gideriz. Daha güzel olur. Aman boşver tatili, planları. Gerçekten evleneceğim galiba. Çok heyecanlıyım. Gelinliğim nasıl olacak, saçımı nasıl yaptıracağım, düğün nerede olacak falan derken sınavları geçemez, derslerden kalırsam benim için sıkıntı olur. Sen bu dönem bana biraz daha fazla yardımcı olursun değil mi? Sen kıyamazsın arkadaşına, yardım edersin bana. Neyse böyle işte bendeki havadisler. Sen neler yapıyorsun? Bütünlemeler mi? Aman boşver şimdi sınavları. Sence tanışma yemeğinde ne giymeliyim? Cadde üzerinde bir mağazada siyah bir kıyafet gördüm. Çok güzeldi. Kahveler bitince bakmaya gidelim mi? İşin mi var? Ne yapacaksın kütüphanede? Kime söz verdin ki? Sınıftan mıydı o çocuk? Yalan söylesen. İşim var desen olmaz mı? Tamam tamam hadi git dersini çalış. Bitmedi senin de şu derslerin. Ben öderim canım hesabı. İki kahve değil mi sanki. Hadi sen git geç kalma dersine.”
İrem de yangından mal kaçırır gibi gitti. En önemli günümde giyeceğim kıyafet konusunda yardıma ihtiyacım olduğunu bile bile gitti. Acaba tatil planımızı, hatta mezuniyet planımızı bozduğum için mi darıldı? Ama ne yapayım? Evleneceğim. Onunla mı gidecektim tatile? Neyse şu hesabı ödeyim de biraz kıyafet bakınayım. Yalnız başıma. Ya da annemi arayım, o gelir bana yardımcı olmaya.

“Bu insanlar da ne kadar bencil. Ben evlilik diyorum, tanışma yemeği diyorum, arkadaşımdan yardım beklerken o sınıftan bir çocukla ders çalışacağım diye kütüphaneye gidiyor.”


-Kazanmak için her yol mubahtır.

Otoparkta yine yer yok. Mecbur arka sokağa park edeceğim. Kaç kere söyledim bizim çocuklara, “Şuraya duba koyun, başkası park etmesin” diye. Yok arkadaş, kafaları basmıyor ki. Üniversite öğrencileri dedik ama boşa okuyorlar. Ben okusaydım bunlardan daha iyi yerlerde olurdum.
 Neyse ki arkadaşımın mekanının otoparkı genelde sakin oluyor da oraya park edebilirim. Hava baya yağışlı ama çok şükür hemen gelebildim kafeye. Ön bahçede baya müşteri var, arka taraf ne alemde acaba. “Kolay gelsin aslanım,” diye selam verdim ön bahçedeki garson çocuğa. Efendi çocukmuş, “Teşekkür ederim efendim, hoş geldiniz” diye karşılık verdi. Sevdim. Yeni aldığımız garson olsa gerek. Şimdi hatırladım. Burak’tı bu çocuğun adı. Gazi Üniversitesinde Tıp okuyor. Eğer üniversite sınavına girseydim ben de Tıp Fakültesini kazanırdım. Arka bahçeye doğru yürüdüm. Ohoo, arka bahçe de dolu. Bugün işler iyi demek ki.

31 Ocak 2018 Çarşamba

Kafe -Kısa Film Köşemiz-


Bu haftaki kısa filmimiz, 2010 yılında "Atom Film" tarafından yapılan, yönetmenliğini Tufan Şimşekcan'ın yaptığı, Şevval Sam, Ruhi Sarı ve Natali Yares'in oynadığı ve birçok festivale katılan - Kafe - filmidir.




İzlerken Kısa Film tadını sonuna kadar alabileceğiniz, başarılı ve etkileyici bir film.







 İyi seyirler Sayın Okur...


17 Ocak 2018 Çarşamba

Uyumak İçin Hayal Kurmak ve Hayal Kurmak İçin Uyumak -Delikadir-

Hayal’in kelime anlamı Türkçe sözlüklerde karşımıza, “Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, imge” diye çıkar. Hayal kurmak; dünyada ücret ödemeden yapabileceğimiz, kimseye hesap vermeden ve kolayca gerçekleştirebileceğimiz nadir eylemlerden birisidir.

Belki de insanın kendini en özgür hissettiği zamanlar diyebiliriz. İnsan kendisiyle baş başa kaldığı zamanlarda aklının sınırlarını zorlayarak mutlu olacağı şeyler düşünür. Koskocaman dünyada; kendini bir şeylerden bağımsız, kısıtlanmamış fikirler eşliğinde özgürlük ülkesinde yaşıyormuş gibi hisseder. Bütün bu özgürlük kavramlarına aç olduğu için önce hayal kapısına ulaşır ve daha sonra her fırsatta hayal kurma eylemine başvurur.

7 Ocak 2018 Pazar

Güzel Günleri Görememek -Delikadir-

-Parayı Bir Din Sayanlar.

Gözüm hep dikiz aynasındaydı. Boş koltuk dolsa da gitsek diye bekliyordum. Allahtan oğlan liseden sonra okumak istemedi de otobüsümüzde muavinlik yapıyor. Birkaç ev ve bir otobüs sahibiyim diye hem şoföre hem muavine para kaptıracak değildim ya. Hem önümüzdeki yaz giriş kattaki daire satılacakmış. Onu da almalıyım. O yüzden para kazanmamız lazım. Evet! Son yolcu da geldi. Otobüsün müdavim yolcusu, Umran. Çaprazımızdaki binada oturur, her sabah aynı saate otobüse biner işe gider. Ağzında sakızıyla gülerek selam verdi, “Günaydın Talat abi. Kolay gelsin” dedi. “Günaydın kızım. Sana da iyi yolculuklar. Bak kaç kişiyi senin için beklettim” diye kandırarak karşılık verdim.
Galiba haftanın son günü olduğu için yollar sakin ve yolcu da pek yok. O yüzden yavaş yavaş gidiyorum. Giriş kattaki evi almam lazım. Normalde 520 otobüsü iyi iş yapardı. Güzel para kazanırdık. Harikalar Diyarı durağına kadar dört yolcu alabildik. Bu arada arkadan yüksek sesli konuşan birisi duyuluyordu ama hiç şüphe etmeden Umran olduğunu anladım. Hemen oğlana seslendim, “Oğlum şu Umran ablana bir ses et. Yolcular rahatsız olacak.” Oğlan bir şeyler diyordu, kaş göz işareti falan yaptı da sonunda kapattı telefonu. Bir anda oğlan kalkıp yanıma geldi, “Baba, alt komşu kirayı yine vermedi de mi?” İşler zaten kötü gidiyordu bide oğlan aklıma bir kurt daha düşürdü. “Yok oğlum. Adama ulaşamıyorum ki. Anan dedi, karısı terk edip gitmiş. Hayır kadın da haklı. Sen işten neden çıkarsın ki? İşten çıktı eve köye girmez oldu. Artık hangi pavyonda hangi kahvede takılıyorsa... Kaç gündür geceleri camda bekliyorum gelen giden yok.” Benim oğlan da baya sinirlenmişti, “Baba izin ver bulayım döveyim adamı. Arkadaşlarla gider buluruz. Bir güzel döveyim aklı başına gelsin.” Oğlumun böyle, babasının parasını düşünmesi beni mutlu etti tabii. “Oğlum adamı dövsek ne işe yarayacak. Bize kira lazım. Para lazım. Zaten daha fazla gelmezse polis çağırıp eşyalarını sokağa atacağım. O eve başka kiracı bulurum. Hadi sen geç yerine bak durakta yolcu var. Binen olur şimdi.” Bir anda duracak ışığı da yandı. Hem ön hem arka kapıyı açtım. Aynadan kontrol ediyordum. Arka kapıdan bir kişi indi. Bir anda gözüme Umran takıldı. Kulağında telefon yine bağıra bağıra konuşarak ön kapıdan iniyordu. Otobüse binecek yolcular biraz söylendiler. Hatta ilk binen, takım elbiseli elinde çantası olan bıyıklarını yukarı burmuş gençten bir oğlan, baya bir şey söyledi ama anlamadım. Umran adına ben özür diledim binen yolculardan. Bu Umran da iyi, hoş bir kız ama biraz hödük. Galiba bu yüzden evde kalmıştı. Kim evlenirdi ki böyle bir kızla. Neyse Umran çok da umurumda değildi. Kiracıyı ne yapacağım ben? Paramı nasıl alacağım? Sarhoş herif nerede sızdıysa eve de gelmiyor kaç gündür. Karısıyla çocuğuna yazık, sonunda kaçıp kurtuldular. Allahtan diğer kiracılar böyle değildi de onlar zamanında veriyorlardı kiralarını. Otobüs de baya para getiriyordu. Binada kalan son iki daireyi de almalıyım. Bütün bina benim olmalıydı. Yoksa rahat uyku bana haram.
Bu hayatta hep çok çalıştım. Kazandıklarımın hepsi bileğimin hakkıyla. Babamdan sadece bir tane ev kaldı bana, o da şimdi oturduğumuz ev. Ha bir de otobüs var işte. Ama zamanında çok ucuza almış. Sonralarda para etti. Gerisini çalışarak aldım. Hep mantıklı davrandım. Tek çocuk yaptım. Masrafı yok derdi yok. Hem otobüste çalışıyor, paramız bizde kalıyor. Paramızı da kolluyor, çarçur etmiyor. Yenimahalle köprüsünü geçiyoruz, ayakta üç yolcu var. Yine de iyidir. Dikiz aynasından oğlana bakarak, “La oğlum, unutturma bu akşam kar lastiklerini taktıralım. Polis görecek de ceza yazacak diye çok korkuyorum” dedim. “Tamam baba. Hatırlatırım.” Kış mevsimini sevmiyordum. Özellikle Ocak Ayını. Otobüs sürekli masraf çıkarıyor.
Oofff ulan oofff! Birisi kirayı getirmez, birisi sürekli masraf çıkartır. Bitmiyordu derdim tasam.


-Beyaz Atlı Prense İnananlar.

Dolabımın karşısında yaklaşık yarım saat vakit harcadığımı anlayınca otobüsü kaçıracağımı, daha doğrusu işe geç kalacağımı hatırladım. Hemen kırmızı, çiçekli elbisemi aldım dolaptan. Hızlı bir şekilde giyinip hazırlandım. Kıyafet seçimimi gece yatmadan yapsam belki daha fazla uyuma ihtimalim olurdu. Ama geceden sabaha kadar fikrim değişiyordu, o yüzden onu da yapamazdım. Aynayla fazlasıyla konuştum. Artık gitme zamanı. İnşallah Talat abi vardır, otobüs dolana kadar bekliyor hiç değilse. Ahh, acaba dünkü yakışıklı adam yine otobüse biner mi? O da kesin benden etkilendi. Gencecik, dünyalar güzeli kızım. Hem işim de var. Tam evlenilecek kızım işte. Benden iyisini mi bulacak? Aha da Talat abi. Vallahi dualarım kabul oldu. Otobüse yetiştim. İnşallah diğer duam da kabul olur. Şu naneli sakızı çiğneyeyim de ağzım falan kokmasın sonra. “Günaydın Talat abi kolay gelsin” dedim.  O da bana gülerek, “Günaydın kızım. Sana da iyi yolculuklar. Bak kaç kişiyi senin için beklettim.” Sanki bilmiyorum seni, cimri herif. Tüm mahalle biliyor ne kadar paragöz olduğunu. “Gencay, şuradan bir tam alsana ablacığım.” Bu çocuğa da abla demek zorundayım çünkü bazen sapık sapık baktığını hissediyorum. “Tamam Ümran abla. Al paranın üstünü” dedi. “Ümran değil ablacım. Umran. U ile yazılıyor. Sabah sabah sinir etme insanı.” Gülerek, “Tamam be Umran abla. Hemen de kızıyorsun” dedi. Bu sapık genç ile daha fazla muhatap olmadan kalan boş koltuğa oturdum.

25 Aralık 2017 Pazartesi

TÜTSÜ -Çabucacık Bilgi-

Tütsü’nün kullanımı 1.yy.’a  kadar uzanır ve kaynağını dini seremonilerde kullanılmak üzere Arabistan’dan ithal edilen aromatik ağaçlardan almaktadır.


Parfüm kelimesi eski taşra Fransızcasında ki ‘perfumar’ –per, içinden, fumar- duman- kökünden gelir. Bu Orta Doğu’da tütsünün yakılmasıyla başladığına inanılan parfümeri sanatını açıklamaktadır.